27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nden

ESKİ DAVULCU (EX-DRUMMER,2007), UTANÇ (BUDDHA COLLAPSED OUT OF SHAME/BUDA AS SHARM FORU RİKHT, 2007), LİLİT’İN KIZ KARDEŞLERİ (Sisters of Lilith, 2008)

ESKİ DAVULCU (EX-DRUMMER,2007)

Bu yıl ilgi çeken gösterimlerden biri Koen Mortier’in geçen yıl çektiği ‘Eski Davulcu’ adlı filmdi. Belçika yapımı olan bu kara komedi/suç türü olarak nitelendirilebilecek film bakışlarınızı ekrandan ayırmanız gerekebilecek rahatsız edici şiddet sahneleri içeriyor. İdollerinin peşinden giden ama kaybetmeye mahküm üç ‘engelli’ rock ve müzisyeninin kendilerine davul çalan engelli bir üye aramaları ile başlar film. Tanınmış bir yazar olan yakışıklı Dries, grubun davetini kabul eder ve provalara başlarlar. Sırf kaybetmenin, dibe vurmanın nasıl bir duygu olduğunu tatmak için katıldığı çalışmalar sürecinde geçen konuşmalar hayata tutunmaya çalışmakta pek de işi olmayan her bir karaktere büyüteçle bakmaktadır.

UTANÇ (BUDDHA COLLAPSED OUT OF SHAME/BUDA AS SHARM FORU RİKHT, 2007)

18 yaşındaki İranlı Hana Makhmalbaf’ın yönettiği ilk uzun metrajlı film, Afganlı küçük bir kızın hikayesini anlatıyor. 2007 yılında çekilen bu filmin yönetmeni, ailecek kurdukları sinema okulunda sinemacı yetiştiren ünlü Muhsin Makhmalbaf’ın kızıdır. Türkiye’de 20 Haziran’da vizyona girecek olan film,6 yaşındaki Baktay’ın okula gitme çabalarını oldukça sade bir anlatımla sergilemektedir. Filmin çıkış noktasına baba Makhmalbaf’ın ‘Buda heykellerinin utançtan yıkıldığı’ sözü ilham verdiğini söylemiş yönetmen Hana. Afgan dağlarında yaşayan ailelerden birinin kızı olan kahramanımız Baktay, kalem ve defter ararken savaş oyunu oynayan erkek çocuklarının kuşatmasında esir alınıp gerçekle oyunun birbirine ne kadar yakın olabileceğini anlatmaya çalışıyor bize. Film boyunca Taliban, Amerika ve savaşlarla ilgili söylemleri çocuklardan duymak oldukça çarpıcı. 8-15 Mayıs tarihleri arasında Ankara’da düzenlenmekte olan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri kapsamında da yer alan bu çok ödüllü film, aynı festivalde Fibresci ödülü için yarışacak.

LİLİT’İN KIZ KARDEŞLERİ (Sisters of Lilith, 2008)

Yönetmen Emel Çelebi’nin Necati Sönmez ile birlikte hazırladığı ilk belgesel filmi adını aldığı Tanrıça, Musevilik ve Hristiyanlık inançlarına göre Adem’in ilk eşidir. Tarihin ilk feministi olarak adlandırılan Lilit kendisini Adem ile aynı anda yaratıldıkları için eşit olduğunu savunur ve Adem’e ve Tanrı’ya karşı geldiği için cennetten kovulur. Daha sonra Tanrı, Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır… Belgesel Lilit’le ilgili bir mısra ile başlar, onun gücünden ve cennetten kovulmasından. Film, Ege yöresinde doğanın içinde, doğadan aldıkları güçle yaşayan üç kadının hikayesini ele alır. İçlerinden biri dağda tek başına hayvanlarıyla yaşayan, diğeri yüzme bilmediği halde balıkçılık yapan kadın ve son olarak da ev işleri ile ilgilenirken aynı zamanda tarla alıp satan bir çiftçi kadın.

16 Nisan’daki gösterimin ardından yapılan söyleşide yabancı bir izleyicinin ‘Bu yerler çok güzel, oralara gitmek istiyorum, neresi oralar? Bu kadınları nereden buldunuz?’ sorularına “Gökova civarları” diye cevap vermiştir. Kadınların yaşamın mücadele ve zorluklarına karşı direnme güçlerini izlemek oldukça etkileyici. Belgesel ayrıca halen sürmekte olan 11.Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilmektedir.

http://www.zezefilm.com/lilitin_kizkardesleri.html

printed version

Afganistan…Uçaklar Gitsin, Uçurtmalar Uçsun!…

2008 Çıkmaz Sokak Dergi yazısı

Afganistan…Uçaklar Gitsin, Uçurtmalar Uçsun!…

Başkenti Kabil olan Arganistan İslam Cumhuriyeti, içinde bir çok etnik yapıyı barındıran bir ülke. Afgan çoğunluğu sırasıyla, Tacikler, Türkler, Hazaralar ve Farisiler (İranlılar) ve daha bir çok köken takip ediyor. Resmi dili Peştuca ve Tacikçe olan bu ülkenin yüzde 90’dan fazlası müslümandır. İslami kimliğini korumaya özen gösteren Afgan halkı ülkelerinde ‘düzeni kurmaya’ çalışan yabancı güçler sorunu içinde bulundukları kaosu katmanlaştırmaktadır. Sıkça duyduğumuz intihar saldırılarının hedefinin nirengi noktasını kaçırıp kaçırmadığını belki de sorgulamak gerekiyor. En son 29 Mayıs 2008’de uluslararası güce ait konvoyu hedef alan intihar saldırısında olay yerinde ölen üç Afgan sivilden ikisinin çocuk olması buna en yakın tarihli örnek teşkil etmektedir. Öte yandan NATO kuvvetlerinin hava saldırısında 30 Taliban militanının öldürüldüğü de bu habere eklenmiştir.

YÜKseklerDEKİLER

Önemli bir kısmı dağlıktır Afganistan’ın. Ülkede en yüksek yer 7699 metre ile Tinç Mir, Çin-Nepal sınırındaki 8848 metre yüksekliğinde olan Everest’e gökyüzünde çok az aşağıdan bakmaktadır. Yüksekler deyince insana çağrışım yapanlar ilk başta uçmak ve rüzgar geliyor. Afganistan’ın başkenti Kabil’de baharın gelişini kutlamak için yapılan uçurtma yarışı, yıkımların yaşandığı bu ülkede ucurtmaların gölgesinde bir umut yansıması belki de… Uçan bir kişi ve cisim için rüzgar belirleyicidir. Yönünü, hızını etkiler. Uçurtma uçurmak, gökyüzünü seyretmek ve rüzgarı hissetmek için çocuk olmaz gerekmez ama o ruhu taşımak gerek belki de. Sinemada varacağımız nokta Afgan yazar Khaled Hosseini’nin hikayesinin çıkış noktasının uçurtma yarışması olması.

Khaled Hosseini’nin ( Halit Hüseyin ) romanı olan Uçurtma Avcısı’nı ( Kite Runner) beyaz perdeye aktaran yönetmen Marc Foster Alman-İsviçreli kökenli.

Kaliforniya’da yaşayan Amir ailesiyle birlikte Taliban rejiminden kaçan Kabil’li zengin tüccar bir ailenin oğludur. Çocukluk arkadaşı olan Hassan ise Afganistan’da daha önceden yaşadıkları evdeki yardımcılarının erkek çocuğu. Amir yıllar geçmesine rağmen çocukluğunda arkadaşına yaptığı ihaneti unutamaz. Uçurtma yarışı sırasında ona yardım edebilecekken sırtını dönmüştür. Yaşadığı vicdani rahatsızlığı belki de hafifletmek üzere, Taliban tarafından öldürülen Hassan ve karısının oğlunu kölelikten kurtarmak için Afganistan’a geri döner. Filmin gösterimi tecavüz sahnesi ve şiddeti kışkırtma endişesinden dolayı Afganistan’da yasaklanmış olması pek de bir sürpriz olmasa gerek… Roman oldukça beğenilmesine rağmen film oldukça eleştiri almıştır. Belki de romanda verilen ayrıntıların ekrana aktarılmasında ne kadar başarılı olduğu sorgulanabilir. Bunun sebebi kahramanlığın ve şiddetin derecesinin abartılmasına ek olarak Amir’in Hassan’ın oğlunu ‘ömrü boyunca’ korumak gibi bir motivasyonla başlayan filmin sonrasında vurgulanan olayların ‘inandırıcılığının’ seyirciye geçirilememesi denebilir.

Yazar hakkında küçük bir not:

Khaled Hosseini’in ‘Görkemli Bin Güneş’ adlı diğer kitabı, kadınların üzerinden anlatılırken savaş, yasak, yurtdışına kaçak göç gibi perspektiflere de açılım yapmakta.

Müslüman kadınların yaşadığı iç çatışmayı da oldukça detaylı veriyor. Afgan yakın tarihi ve toplumsal süreçlerden fikir edinmek için etkileyici bir kitap. Bir gün filmi çekilirse, kökenleri doğudan olan bir yönetmenin işi üstlenmesi taraftarıyım…

Kandahar’a Yolculuk (Safar-e Ghandehar,2001)

İran’lı yönetmen Mohsen Makhmalbaf’ın yoğun ilgi toplayan 2001 Fransa-İran yapımı filmi ‘Kandahar’a Yolculuk’ gerçek bir hikayeye dayandığı kurgusunda Kanada’da yaşayan kadın gazeteci Nafas’ın doğduğu ülkeye ve intahar etmeye karar veren kızkardeşine ulaşmak için yaptığı cetin yolculuk anlatılıyor. Bu süreç boyunca burka ile yüzleri örtülü hem fiziksel hem ruhsal anlamda nefes almakta güçlük çeken kadınların dramını, açlık çeken halkı, savaştan dolayı sakat yaşamak durumunda kalan insanları kurmaca-belgesel (kurmaca: öykülü film) tarzında bir anlatım tarzı ile seyircisine hissettirmeye çalışıyor.

Son olarak Kabil’deki Uluslararası Belgesel ve Kısa Film festivalinden bahsetmek istiyorum. Festivalde yapılan söyleşilerde yeni kuşak genç senaristleri Afganistan’ın gerçek yapısını, özünü doğru yansıtmak için yüreklendirmenin önemli bir adım olduğunu ve genelde şimdiye kadar yapılan filmlerde ‘burka’ ve ‘çarşaf’ üzerine yoğunlaşıldığı belirtiliyor.

Son dönem Afgan sinemacıların yoksulluk, kadınların zorla evlendirilmeleri, eğitim için verdikleri mücadele gibi konulara da eğildiği vurgulanıyor. 2007 Haziran ayında yapılan festivalde filmlerin gösterildiği sinemanın yanında bir patlama meydana gelmiş. Seyirci kitlesinin değişimi -eğitimli ailelerden işsiz, suç işleme eğilimlilerin sinemaya daha çok gitmeye başlamasının- izleyici sayısının düşme sebeblerinden bazıları olarak belirtilmiştir. Buna ek olarak iç savaş sırasında sinemaların gösterim yapmasının yasaklanması ve de Herat şehrindeki tek sinemanın cami yapılması…

Uçurtmaları ait oldukları yerde görmek dileğiyle…

dergi basımı

at Ekim 28, 2011  Bunu E-postayla GönderBlog

“ZİHİN BAZEN GİDER, BAZEN de geri GELİR” VAVIEN’den izler…

“ZİHİN BAZEN GİDER, BAZEN de geri GELİR”

Vavien geçtiğimiz yıl vizyona giren, Taylan Biraderler olarak anılan Yağmur ve Duru Taylan kardeşlerin çektiği, son dönemlerde keyifle bir kaç kez izlediğim bir film oldu. Filmi izleyen bir çok arkadaşım da epeyce beğendiklerini söyleyince, bu kadar beğenilmesinin nedeni nedir sorusu aklıma geldi. Gösterime girdiği 18 Aralık 2009 yılında ilk hafta 60 bin kişinin izlediği Vavien, Siyad ve İstanbul Film Festivali-Altın Lale Yılın En İyi Türk Filmi gibi ödülleri de alması ekip çalışmasının başarısını sergiliyor.

Taylan Biraderler
Vavien’i izlemeden önce oyuncu kadrosunda Engin Günaydın ve Binnur Kaya’yı görünce ister istemez Avrupa Yakası’ndaki oyunculuklarından sıyrılabilecekler mi diye düşünmedim değil. Canım Ailem dizisindeki İlker Aksum’un oyunculuğunu da merak ediyordum. Vavien daha ilk sahneden bizi gülümsetmeyi başarıyor. Sebebi, Engin Günaydın’dan beklediğimiz komik tiplemesi. Bir yandan da, Günaydın’ı ciddi görmek beni şaşırttı diyebilirim. Filmin türüne komedi diyemeyiz. İnternet forum sayfalarında, Fargo tarzında “kara film” denemesi olarak sınıflandıran izleyicilerin yorumlarını da okumak mümkün. IMDB’ de “komedi, drama ve gerilim” olarak etiketlenen film, 1540 oy ile 10 üzerinden 7.5 puanını almış.
Senaryoyu yazan Günaydın, bazılarımızın da bildiği gibi Tokatlı. Günaydın’ı Tokatlı Cemal rolünde yadırgamıyor, bağrımıza basıyoruz. Cemal’in konuşmaları Avrupa Yakasındaki tiplemeyi hatırlatıyor zaman zaman. Sanırım bunda şivenin çok etkisi var. Özellikle, bir yöreye ait bir şive ile “konuşmaya çalışan” oyuncuların hezimetine uğrayan filmler, güzel senaryolara rağmen beklentimizin uzağında kalabiliyor. Oyunculuk, replikler arasında sıkışıp kalıyor ve oradan çıkamıyor. “Hadi, bir sonraki replikte başarabilcek mi acaba” endişesini yaşatan diyaloglar beni olduğu gibi bir çok izleyiciyi de rahatsız eder diye düşünüyorum. Vavien’de böyle bir sorun olmadığı için filmin bütünlüğü bozulmuyor. Bu konuda diğer bir örnek de, Sevilay’ın (Binnur Kaya) babası ile telefon konuşmaları olabilir. Telefondaki ses ise Settar Tanrıöver (olduğunu tahmin ediyorum cünkü oyuncu listesinde yazmıyor) tam bir Alamancı babadan beklenen konuşmayı yaparken çok başarılı. Sadece sesini duyduğumuz baba karakteri, hemen gözümüzün önünde canlanıyor. O da sesi ile filmin vazgeçilmez bir karakteri oluyor. “Gızın gızın, konişcen mi? Ooo, o da gelcek de…” diye devam eden sahne beni en çok güldürenlerden biri.
Kader, Nokta, Ayrılık ve daha bir çok uzun metraj film ve dizilerde oynayan Setter Tanrıöğen’in filme katkısı da hatırı sayılır oranda.

Binnur Kaya’nın (Sevilay) oyunculuğu için ise söyleyeceğim, yine Taylan Biraderler’in Küçük Kıyamet (2006) filminde olduğu gibi, özellikle kilit noktalarda kullandığı bakışlarının yarattığı gerilimden faydalanmaları, hikayenin düğüm noktalarında etkileyici olmuş. Kaya’nın Avrupa Yakası’nda aşina olduğumuz tiplemesinden çok uzakta olan karakter, kendine güvenen Şahika tiplemesinin tam tersine kocası ve ailesi için mücadele eden geleneksel kadın modelini gayet iyi üstlenmiş.

Sevilay’ın hayattan beklentisi ne kadar sıradansa, Cemal’in hayalleri de onun tam tersinedir. Genel olarak, Sevilay’ın böyle bir karakteri sergilemesi bir şekilde toplulumuzdaki kadın figürünü de sorgulatıyor aslında. Örneğin, neden bu kadar fedakar olmak zorunda, Sevilay? ve diğer Sevilaylar? Sevilay’ın suçu ne? Onlar böyle olmayınca aile bir arada kalamıyor mu?
İlker Aksum’un ( Canım Ailem dizisinde Halim rolündeydi ) ise Küçük Kıyamet filminde kullandığı güçlü oyunculuğunu, Vavien’de süre olarak kısa ama etkili rolünde de görmek mümkün. Aksum’un her iki filmdeki rolünün ortak paydası, az sayıda replik kullanarak, bakışlarını ön plana çıkaran çekimlerden dolayı da olabilir. Aksum’un, Küçük Kıyamet filminde “Ev sahibini bekletmeyelim” repliğini söylerkenki bakışları ile Vavien’deki Engin Günaydın’a “N’oldu , nasıl düştü Sevilay?derken gözlerindeki ifade, ölümü sorguluyor; sorgulatıyordu.

Taylan Biraderler’in ilk filmi Okul (2003) ise, epeyce eleştiri almış. Türkiye’de çekilen korku filmleri ile kıyaslama yapacak olursak, ki sayı olarak çok olmasalar da, bir çok sahnenin yabancı korku filmlerinden kolaj yapıldığı hissine kapıldım. İlk filmden bu yana epeyce bir basamak çıktıklarını itiraf etmek gerekiyor.
Vavien’in, küçük bir şehirde sıkışıp kalan insanların, özellikle erkeklerin çıkmazlarına yoğunlaştığını düşünmek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Fakat, genel olarak
hikaye Cemal’in üzerinden anlatıldığı için, Günaydın’ın yer aldığı sahne sayısı daha fazla. Diğer yandan, senaryonun Günaydın’a ait olması da oradaki hayatın ayrıntılarına iyice dalmamızı kolaylaştırıyor belki de. Başka bir açıdan düşünecek olursak, Günaydın kendisi bu filmi çekseydi nasıl olurdu diye düşünmedim değil. Taylan Kardeşler, çekim teknikleri ve görsel açıdan filme evrensel bir dil vermeye çalışırken, senaryonun handikaplarına da düşmemiş de değil bence. Filmden bir detay olacak ama örneğin, Sevilay’ın (B.Kaya) dönüşünden sonra hikaye başka bir yere evrilebilirdi.
Film, Sevilay’ın ve Cemal’in hayallerinin gerçekleşmiş bir bileşkesini sunarak bitiyor ama bu son sahnenin gereğinden fazla uzatıldığını düşünüyorum.
Ocak 2010

İlgili linkler:
http://www.tersninja.com/taylan-biraderler-biz-sinemadan-henuz-para-kazanabilmis-degiliz/
http://www.vavien.com/

Masalın ta kendisi: Laponya!

bi' gezi

Bazıları onu ülke sansa da Laponya; bir kısmı İsveç, bir kısmı Finlandiya’da bulunan özerk bir bölge. Noel Baba’nın evine de sahiplik yaptığını iddia eden Kuzey’in karla kaplı, ren geyikleriyle dolu incisi.

“İnci” tabiri, sanki Laponya için biçilmiş bir sıfat; beyaz dantelden örülmüş gibi görülen ağaçlar, üzerileri kar kaplı kulübeler, kar ve buzla örtülü, kristal tarlası gibi görünen uçsuz bucaksız tarlalar…
Biz sokak köpeklerine ne kadar aşinaysak Laponya halkı da Ren geyiklerine öyle… Ellerindeki Huskyler dışında, belki de tek hayvan olan geyiklerini, yöre halkı her yönden kullanıyor, postlarını kürk, etlerini yiyecek, boynuzlarını süs ve güçlerini de yolculuk aracı olarak.
Yörede her ne kadar motorlu kızaklar da mevcut olsa da, Huskyler ve Ren geyiklerin çektiği kızaklar da çok revaçta. Bir turist olarak köpeklerin çektiğini kullanabilirseniz de, Ren geyiklerini usta Samilere bırakmak gerekiyor, zira bu hayvanlar henüz evcilleşmemiş.
main_a7cf0f12429441004bb528c5f949d04b
Samiler, yani Laponya bölgesinin orijnal halkı, toprağın rengini unutmuş insanlar, onlar için var olan her…

View original post 120 more words

Danimarka Sineması’nda kesitler…

Danimarka Sineması çok geniş bir başlık olduğundan film seçimlerini son zamanlarda adından oldukça bahsedilen oyuncu Mads Mikkelsen ve daha çok birlikte çalıştığı yönetmenlerin filmlerinden yol alacak bir rota çizmeye çalıştım. Henüz bitmemiş bir yazı olduğunu eklemeliyim.

festenjagten2

Thomas Vinterberg’in dogma film kurallarına uygun olarak çektiği Festen’in / Şölen ( 1998) çıkışından sonra benzer başarıyı yakalaması The Hunt / Onur Savaşı (2012) filmiyle oldu. Çekim tarzları açısından farkları olsa da iki film hikayesini pedofili ve çocuk masumiyetinin yitirilişini başka açılardan ele alıyor. The Hunt filminde bir tarafta çocuk tacizi yaptığı için suçlanan bir öğretmen hem psikolojik hem de fiziksel olarak tacize maruz kalırken, Festen’ de farklı örülmüş bir taciz konusu işleniyor: Helge’nin (baba karakteri) görkemli denebilecek doğum günü kutlamasında ailenin içinde yaşanılan gizli şeyler çarpıcı şekilde sürreal öğeleri de ekleyerek sergilenirken, kendinizi kelimenin tam anlamıyla şaşırtıcı gelişmelerin ortasında buluyorsunuz.

jagten21 the-hunt-thomas-bo-larsen-600x337images

 

Lars Von Trier ve Thomas Vinterberg‘in birlikte öncülüğünü yaptığı Dogma 95 kurallarına uygun olarak çekilen Festen’ in tamamı doğal ışıkta takip kamera kullanılarak, stüdyo çekimi olmadan ve de özel makyaj gibi şeylere başvurulmadan çekilmis. Karakterlerin yaşadığı beklenmeyen sürprizlerde kameranın ani hareketleri gibi realist, belgesel sinema özelliklerinin kullanılma sebebi bir çok amaca hizmet ediyor. Seyirciyi izleyici konumundan alıp hikayenin içine katması, bir bakıma karakterlerin iç dünyasına inerken; gerçek mekanlarda doğal bir çekim metodu kullanarak yapılandırılan bu yöntemin ayrica hikayeyi detaylandırılan karakter analiziyle ortaya çıkarma amacı gütmesi en önemli nedenlerden biri. Korku, tehlike, takip, gözetleme ve diğer hislere seyirciyi de dahil ediyor bir anlamda. Seyircinin yabancılaşmayacağı, geleneksel oyunculuk ve hikaye anlatma örgüsü hedeflemiş, düşük bütçeli çekimler amaçlayan ve minimalist bir yaklaşımı taşıma olasılığı olan filmler… Daha sonralarda, Kristian Levring ve Soren Kragh-Jacobsen’in de katıldığı Dogma 95 manifestosu, bazı eleştirmenlerce sinemanın gelişimi açısından eleştirilmesine rağmen, bağımsız sinemaya olan katkısı önemli olarak düşünülmekte.

Dogma film olmasa da The Hunt oyunculuk ve konusu itibari ile realist bir yaklaşım ile çekilmiş, izleyiciyi eğlendirmek amacı taşımayıp, Danimarka toplumunda tabu olan çocuk tacizi konusu üzerinden gidiyor. Vinterberg’in Tobias Lindholm ile birlikte yazdığı filmde Lucas (Mads Mikkelsen) boşanmış ve dağınık bir hayatı olan babayı canlandırırken; çocuğun değil, bir yetişkinin kurban olarak ele alındığı rolünde kendini savunmaya sonuna kadar devam ediyor. Karakterin taşıdığı mücadeleci tavırı oyunculuğuyla hakkını vererek canlandırıyor. The Hunt bir çocuğun yalan söylemeyeceği illüzyonuna kapılmış bir toplumun önyargılarından ve bunun bulaşıcı olması üzerinden ilerlerken, tersi bir yoruma yer vermediği için eleştirilmis.

Festen’in ardında denemelerinde istediği başarıyı yakalamak için tıkandığı yerden geri gidip bir yapı bozum yaşaması gerektiğini söyleyen Vinterberg, The Hunt’in çıkış noktasının bir gün kapısını çalan, tanımadığı komşusu psikiyatrist tarafından elinde ilginç bir vaka olduğunu ve bu konu üzerine çekmesi gerektiğini söylemesi ile düşünmeye başladığını vurguluyor. Yasadığı küçük bir kasabada yayılan yargısız infaz ile yalnızlaştırılan okul öncesi bir devlet kurumunda ögretmen olarak calışan ana karakter Lucas’ı canlandıran Mikkelsen, inandırıcı oyunculuğu ile Cannes film festivalinde 2012 de en iyi oyuncu ödülü aldı. 2014 de ise Oscar en iyi yabancı film dalında adaydı.

Vinterberg’ in başka tarz filmleri denemekten çekinmeme konusunda ısrarlı olduğunu görebiliriz. Bunlara Jaoquin Phoenix ve Sean Penn’in de oynadığı Amerika’da çekilen ve dağınık yapısıyla eleştirilen It is All about Love; Lars Von Trier’ in yazdığı Vinterberg’in çektiği Dear Wendy / Sevgili Wendy (2005) dahil. Amerika‘da bir maden kasabasında yaşayan silahlara hayran bir çocuğun çete kurarak gelişen olayları ele alan film, şiddet ve ırk teması üzerinden giderken oturmayan bir western benzemesi olduğu yorumlarına rağmen, sinemada sınırlarını zorlamaya devam ediyor.

Biraz eski tarihlere doğru gidince, hayaller ve gerçeklerin çekişmesinden iki arkadaşa ne kalıyor hakkında bir film ile karşılaşıyoruz. Simon Staho‘nun yönettiği Vildspor’ un (1998) İzlanda’da geçiyor olması filmin konusu ve atmosferi açısından oldukça tamamlayıcı ve etkileyici. Game of Thrones’da Jamie Lannister rolünü üstlenen Nikolaj Coster-Waldau, senaryonun ortak yazarı olmakla kalmayıp, ana karakterlerden birini de Mads Mikkelsen ile paylaşıyor.

vildspornikolaj mads vildspor 2vildspor2gvild

Yıllar geçmesi ile farklı hayata yönelen arkadaşının izini süren Ossy (Waldau), Jimmy’ nin geçmişi ile yüzleşmek istememesi ile çerçevelenen hikaye duygusal olarak izleyiciyi sararken, İzlanda’nın geniş boş alanlarında yalnızlık, izole olma, bir şeylere tutunma isteği gibi öğeler de ağır basıyor.

push

Nicholas Refn, Mikkelsen’nin kariyerinde önemli karakterlerden biri. Yonetmen, Pusher Üçlemesinde Kopenag’da yaşayan yasadışı işlere bulaşmış kişilerin hayatını ele alıyor. Pusher 1 (1996) filminde uyuşturucu satıcısı serseri, yalnız bir karakteri canlandıran Mikkelsen’in canlandırdığı karakter, Pusher 2‘de (2004) de suçtan ve beladan başını kurtaramıyor. Gangster bir babanın çocuğu olunca bu işlere bulaşmamanın uzak bir ihtimal olduğunu vurguluyor bir bakıma.

Refn‘in aynı oyuncuları tercih ettiği Bleeder (1999) filminin önemi ise sinema dünyasında kimseyi tanımadan, ekibin kendi imkanları ile çekilmesi. Video laset kiralama dükkanında çalışan sakin, az konuşan ama filmler hakkında engin bilgisi olduğunu anladığımız bir karakter Mikkelsen tarafından yoğruluyor.

bleeder bleeeer

Patronu ve iki arkadaşıyla güzel kıyafetlerini giyip evde projeksiyondan film izleme seansları düzenleyip, bunu ritüel haline getirmiş bu dört kişi ve onların hayatları üzerinden anlatılan filmin yeteri kadar ilgi çekmemesi onların motivasyonunu düşürmemiş. Bir sonraki yazıda bahsedeceğim Valhalla Rising ise orta çağda geçen Viking savaşçılarının epik hikayesi görselliği ile de ön plana çıkıyor. Kristian Levring’in 1870’ler Amerika’da geçen olay, çete liderinin izlerini süren The Salvation filmi de bu yazıya dahil olabilir.

Mads Mikkelsen King Arthur/ Kral Arthur , Amerikan gişesine oynayan Clash of Titans, Three Muskeeters, Casino Royale, Hannibal dizisindeki rolüyle çok farklı tarzlarda denemeye açık olduğunu kanıtlıyor. Oyunculuğunda, öncelikle yönetmenin ne istediğini anlamayı bir ilk kural olarak kendine koyduğunu söyleyen Mikkelsen, dogma manifestosuna göre çekilmiş Open Hearts (2002) filminde geçirdigi duygusal değişimlere rağmen iyi bir baba olmayı başarabildiğini aktaran rolü, Prag’da (2006) az konuşan ama duyarlı, boşanma eşiğindeki bir kocayı, Flame and Citmon/ Ateş ve Limon’da (2008) nazilere karşı çalışan, öldürmeye cok da hazır olmayan bir ajanken, iyi bir baba olamamanın ezikliğini de çarpıcı bir şekilde veriyor.

600px-Flame&citron-11600px-Flame&citron-04mmmm

The Girl with the Dragon Tatoo/Ejderha Dövmeli Kız filminin ortak yazarı Danimarkalı yönetmen Nikolaj Arcel ise, 2012’de En Kongelig Affaere / A Royal Affair’i 18. yüzyılda yaşayan ruhsal dengesi pek yerinde olmayan Kral Christian VII’ nin dönemini anlatan tarihi ve romantik bir filme Mikkelsen’in da dahil olması ile bir takım kavramların nelere evrileceğini anlatıyor. 18. Yüzyılda geçen bu hikayeyi geniş bir oyuncu listesi dahil ederek, uluslararası film festivallerine taşıyor.

Anders Thomas Jensen‘in 2000 yılında çektiği  Blinkende Lygter/ Flickering Lights ise Kopenaglı, küçük çapta bir çete olan dört arkadaşın bir gangster patronundan kaçarken hayatlarında başka bir yola açılma süreçlerini komedi, suç ve aksiyon tarzında işliyor. Mikkelsen’in da rol aldığı filmlerden biri olmasının yanında, her birinin çocukluklarına inerek geldikleri noktayı anlatan film, bizi eğlendirirken naif duygulara dair algılarımızı açıyor.

flick

Yönetmenin yazıp yönettiği çarpıcı hikayesiyle Adams Aebler, (2005), Neo-Nazi çete lideri Adam’in (Ulrich Thomsen), hapishaneden şartlı tahliye ile sosyal rehabilite projesinde yer almak üzere bırakılması ve rahip Ivan (Mads Mikkelsen) ile aralarındaki gerilimleri ele almakta. Adam’in kendine hedef olarak elmalı turta yapma seçimiyle şekillenen, kara komedi tarzında çekilen filmde Adam’ın rahibin inancini kırmaya çalışması olayların gelişimine yön veriyor.

adammm adam

Metafor kullanımının da filme katkıları bir yana, seyirciyi sorgulamaya iten dini inançlar, suç- ceza gibi kavramların teraziye koyulduğu detaylarla karşı karşıya kalıyoruz.

Diğer yandan, Susanna Bier yönettiği filmlerinin bir çoğunda beraber çalıştığı Anders Thomas Jensen ile yakaladıkları enerjinin Danimarka sinemasına katkısı gözardı edilemez. Birlikte yazdıkları Brodre (2004) daha sonradan Hollywood’da da çekilmiş, Hindistan‘da yetimhaneye yardım fonu alması için Danimarka‘ya dönüşünde bekleyen sürprizler üzerine kurulu After the Wedding/ Düğünden Sonra (2006), annesinin ölümüyle başetmeye çalışan ve de anne babası boşanma eşiğinde olan on yaşlarındaki iki erkek çocuğunun çakışan hikayesini anlatan film Haevnen/ Daha İyi Bir Dünyada (2010) için, iki yönetmenin senaryoyu oluştururken birlikte çalışmalarının başarılı ürünleri diyebiliriz.

*Bazi veriler The Guardian gazetesi sinema sayfalarından ve IMDb’den alinmistir. Film isimlerinin bir kaçının Türkce cevirileri olmadigi için orjinal isimleri ile yazdim.

KİM KU-DUK TÜRKİYE ZİYARETİNDEN NOTLAR…

KİM KU-DUK TÜRKİYE ZİYARETİNDEN NOTLAR…   

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğinde, “İstanbul-Gyongju 2013 Dünya Kültür EXPO” etkinlikleri kapsamında 13-19 Eylül tarihlerinde Türk-Kore Film Haftası düzenlendi. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi  Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi’nde izleyicilerle gerçekleşen söyleşide öncelikle kendini ve sinemayla olan yolculuğunu anlatan Kim Ku-duk, hayatında ilk kez Fransa’da 33 yaşında film izlediği zaman çok şaşırdığını ve film yapmak gibi bir meslek varmış diye düşünüp senaryo yazmaya başladığını söyleyerek biz izleyicileri de şaşırttı. Senaryo yazma çalışmalarının iki yıl sürdüğünü söylerken bilgisayar değil kalem kullandığını da belirtirken hayalimde onun senaryo yazarken canlandırdım açıkçası.

 

kimmmkim-ki-duk

 

 

“Film çekmek için en önemli madde yaşamın kendisi, diğer bir deyişle film dünyanın imgeleştirilmiş kaydı ve filmi çekerken insanların düşüncelerinin nasıl gösterileceği üzerine yoğunlaşmak gerek,” diyor Ku-duk.  Yaşarken karşılaştığımız bütün insanların sinema için bir malzeme olduğunu, bu yüzden de aslında askerliğini yaparken, fabrikada çalışırken ve Avrupa’da gezerken edindiği deneyimler hep kendisi için bir sinema eğitimi olduğunu ifade etmesi onun filmlerindeki derinlikli karakterlerin kaynağını da bize gösteriyor.

En etkileyici sözlerinden biri ‘beyazı göstermek için, siyahı kullanmak’ bu da çok kullandığı metoforların sebebini açıklıyor sanırım.

Acı /Pieta filmine dair…

729112pieta-kim-ki-duk_h_partb

Senaryo üzerinde iki ay çalışmış ve de aslında bunun iki ay ile sınırlı değil, bu sürecin yaşamış olduğu hayat boyunca öğrendiği şeylerden yola çıktığını ve aynı şekilde oyunculuk ile yaklaşımını da yapılandırdığını vurguladı.

Söyleşinin ortalarına doğru birden çok konuştuğunu farkettiğini ve utandığını, filmlerindeki karakterleri gibi sessiz olmak istediğini fakat bakarak anlaşamayacağımız için böyle olması gerektiğini söyleyerek konuşmasına devam etti. Acı filminde de daha fazla diyalog olmasının sebebini, ”Sözle açıklanması gereken sorular olduğu için” diye ekledi.

Moebius üzerine…

Sessizlikle bağlantılı olarak son filmi Moebius üzerinde karakterlerin sessiz ama yan karakterlerin konuştuğunu dikkat çekerken, konuşmanın sadece sözle değil; gülmek, ağlamak, ve çığlık atmanın da bir tür konuşma biçimi olduğuna dikkat çekti. Bu bahsettiği üç ifade şeklinin ,insanların zorluk yaşadığı zamanları yansıttığı için önemli bir ayrıntı olduğunu düşünüyor.

moebius

 

Filmin temasıyla ilgili ise paranın insanı ne hale düşürdüğünü göstermek, ,insanın mı paranın mı önemli olduğunu düşündürmeye çabaladığını ,fakat bazı insanların asıl temanın intikam olduğunu düşünmesinin de normal olduğuna da dikkat çekti. Aslında “seyircinin nasıl algıladığı önemli” derken, “bir filmden farklı anlamlar çıkarabilmenin önemli olduğunu ve tek bir anlam üzerinden yola çıkmanın filmleri katmanlaştırmadığını” da belirtti. “İnsan nedir?” sorusunun cevabını verdiği noktalarda film çekmeye devam ettiği, temalarının geniş bir perspektiften alınmasını da açıklıyor bir bakıma.

Hollywood’da Film Çekmek Üzerine…

Kim Ku-duk’a yöneltilen sorulardan biri de Hollywood’da film yapmak üzerine düşünceleri ile ilgiliydi. Oradaki oyuncuların Kore kültürünü tam olarak yansıtamayacağını düşündüğünü ve eğer amaç bütün dünyada tanınmak ise bunu zaten başarmış olduğu için gerek kalmadığını söyledi. Filmlerinin hala gösteriliyor olması ve Türkiye’ye kadar gelmesi de bunların göstergesi olduğu şeklinde yanıtladı.

ŞİMDİKİ ZAMAN…

simdiki-zaman

Yönetmenliğini Belmin Söylemez’in yapımcılığını ise senaryoyu birlikte yazdığı Haşmet Topaloğlu’nun üstlendiği “Şimdiki Zaman” filminin, kedere yenik düşmeyen, belirsizliği ve aynı zamanda umudu da ören bir hikayesi var. SETEM tarafından konuk edilen Belmin Söylemez ve Haşmet Topaloğlu bizlerle bir söyleşi yaptı, Kurtuluş ve ben de bir grup arkadaşlarla birlikte izlediğimiz film ile ilgili görüşlerimizi aşağıda özetlemeye çalıştığım Karşı Açı dergisinde yayımlanan yazım:

Sanem Öğe(Mina) doğal ve de abartı içermeyen duru oyunculuğunu film boyunca sakin sakin, seyirciyi de kendine katarak işliyor. Şimdiki Zaman’ın Sanem Öğe’yi 2012 İKSV Film Festival’inde en iyi kadın oyuncu ödülüne taşımasının sürpriz olmadığını düşünüyoruz.  Ana karakter Mina, hayata sıfırdan başlıyor, seyirciye yerleşik bir kadın olarak tanıtılmadığı için, işi ve yaşadığı yeri göz önünde bulundurup bir varsayıma gidemiyoruz filmin başlarında. İstanbul’a gelip iş aramaya başlıyor ve kahve falcısı arandığını gördüğünde onun daha önceden fal bakıp bakmadığını da sonradan anlıyoruz.

Image

Yönetmen, telvenin fincandaki şekilleri “İster inanın, ister inanmayın, falsız da kalmayın!” rüzgarına kapılan müptelalarını sahneden tek tek akıtırken aslında Mina’nın hayatına dair ipuçları veriyor seyirciye. Bir bakıma falına baktığı müşterilerinin hikayeleri ile bütünleşiyor kendi hayatı; anlatılanın Mina’nın kendi umutları, hayal kırıklıkları ya da anılarından kalan tortular olup olmadığını yorumlaması için belki de yönetmen bir noktadan sonra cevabı izleyiciye bırakıyor. Filmi birlikte izlemeye gittiğimiz arkadaşlardan birinin yorumu ise, baktığı fallarla aslında bir bakıma kendiyle dertleşmesi, yüksek sesle düşünmesi olduğudur.

Filmde karakterlerin geçmiş hayatlarına dair öğrendiklerimiz,  hatıra olarak kalan fotoğraf, kıyafet gibi sembolik öğeler ve kaçamak anlatılan birkaç açıklamadan öteye gitmiyor. Söyleşide bunun sebebini sorduğumuzda, Belmin Söylemez filmin “yaşanılan şimdiki zaman” üzerine kurulmaya çalışıldığı için, karakterlerin geçmişine dair detay vermediğini söyledi.

Anadolu yakasındaki evine yerleşen Mina, işini Avrupa yakasında buluyor. İki ayrı mekana gidiş gelişini vapur seyahatinden anlıyoruz. Mekandan kopma üzerine kurulu hayatlardan oluşan hikaye, sadece Mina üzerinden işlenmiyor filmde. Şenay Aydın’ın Fazi ve Ozan Bilen’in Tayfun’u canlandırdığı karakterlerin de hayatlarını kurmuş olduğunu söyleyemeyiz. Fal bakan Mina ve ondan daha tecrübeli Fazi’nin ne kadar garantili bir işi olduğu ve düzenli bir geliri elde edip edemeyecekleri yine belirsizlik üzerine kuruluyor. Alyansını sakladığını ondan hoşlanan Fazi’den öğrendiğimiz, babadan kalma kafeyi işleten Tayfun’un da bu işe geçici olarak başladığını ve öyle devam ettiğini mutsuz olarak ifade etmesi, ona dayatılan bir hayatta yerleşik olmadığına işaret ediyor. Diğer yandan, Mina’nın şahit olduğu bir sahnede, yaşlı bir kadının koltukta taşınarak apartmandan indirilmesi, eski bir evin boşaltılıp yıkılacak olması da yersizlik yurtsuzluğa işaret eden kentsel dönüşüme ucundan dokunuyor.

Image

İstanbul’dan çok uzak bir yerde, fırsatlar ülkesi olarak düşünülen Amerika’da hayat kurma hayalinin peşinde döviz biriktirmeye çalışıp, uluslararası eğitim fuarlarına katılması Mina’nın tutunduğu şeyler olduğu kadar, tekrar yalnız bir mücadeleye adım atma çabalarının da göstergesi. Filmin ucu açık bir anlatım sergilemesi bazı seyircileri yorsa bile, Mina’nin hayatı büyük şehire yerleşme cesaretini gösterip, hayatta hiç yapmadığı şeylere adım atması hayallerinin peşinden gittiğini gösteriyor. Birilerinden yardım istemekten mi korkuyor ya da kendine olan güveni sayesinde mi güçlü durmaya çalışıyor, sorularının yanıtlarını bulmak seyirciye düşüyor. Yoksa eskiden yaşadığı durumlardan kaynaklanan güvensizliğinin olup olmadığını mı sorgulatıyor?

Mina’nın fal için davet edildiği mekanlar, her sınıftan insanın hayattaki bilinmezliği yenme tutkusu olduğu mesajını verirken, bir bakıma sınıflar arası yaşam farkını da veriyor. Belli bir düzene sahip insanlardan, zengin bir kadının düzenlediği güne gittiği villalardaki yaşam tarzları, şirkette fallarına baktığı insanlar en belirgin örnekler. Diğer bir yandan da Mina ve Fazi’nin fallarına baktığı diğer kadınlar ile aralarındaki yaşam tarzını; iki ucu “belirli ve belirsiz” bir teraziye koyuyor film…

Image

Görüntü yönetmeni Peter Roehsler genel duygu atmosferine sadık kalarak; su üzerindeki yansımaları, ışığı zaman zaman flu olarak kullanması, havayı genelde gri tonlarda tercih ederek hikayenin oturduğu belirsizlik temasını homojen bir yapıya dönüştürürken, “hem var hem yok, ne evet ne hayır” üzerine kurulu öğelerini hafızamızda daha da kalıcı kılıyor. Kıyafet ve aksesuarlarda tercih edilen genel renkler ise, birbirleri ile zıtlaşırken aynı zamanda tamamlanıp bütünleşiyor. Bunlara örnek olarak Mina’nın üzerindeki mavi tonları ve daha agresif bir karakteri yansıtan kırmızı tonların ağırlıkla kullanıldığı Fazi’yi gösterebiliriz.

Şimdiki Zaman’da buluşmak dileğiyle…